.

.
.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

HAFTALIK RAPOR / 11 AĞUSTOS

Ağustos dün başlamamış mıydı? Ne ara 11 oldu? Sıcaklar hiç de Ağustos'u yarılamış gibi durmuyor, maşallah ısındıkça ısınıyor ortamımız. Dün yapmam gereken birkaç zorunlu alışveriş vardı, mecburen dışarı çıktım. Çıkarken de hava durumuna göre belki yürüyüş yaparım dedim hane halkının geri kalan yüzde ellisine. Şaşırtıcı bir şekilde yürüyüşümü engelleyecek sıcaklık hissetmedim. Rotamı Kurtuluş Parkı'na kırdım, gölgeleri tercih ederek ilerledim. Duvar diplerinden kesif bir amonyak kokusu geliyordu, anlaşılan cumartesi gecesi bira festivali düzenlemiş semtimizin bıçkınları, ağırlık etmesin diye ifrazatlarını eve götürmeyip ağaç ve duvar diplerine bırakmışlar. Burnum düştü parka varana kadar. 

Park öğle saati olmasına rağmen kalabalıktı. Kimi aileler piknik masalarında kahvaltı yapmakta, kimileri yürüyüşte, kimileri de banklarda geleni geçeni kesmekteydi. Tartan pistte bir tur yürümeye karar verdim. At kestanelerinin yaprakları kızarmaya başlamış, "Sıcağa aldanmayın, sonbahar yolda" der gibiydiler. Yakında kestaneler kafamıza düşmeye başlar. Meşeler ve akasyalarla gölgelenen pisti adımlamaya başladım. Bu yıl nedense caddemizin iki yanını süsleyen akasyalar çiçeklenmediler. Bir bakıma iyi oldu, kuruyan petaller rüzgarla evin içine doluyordu ama yolda yürürken çiçeklerle dolu bir kaldırımda adım atmak da hoş oluyordu. 

Pist kenarında boy veren güller açmaya devam etmekte, Kuşlu Kadın da bıkmadan, usanmadan tepeden park ahalisini seyretmekteydi.


Üniversite yıllarımda Kurtuluş Parkı okul yolumun üstündeydi ve çok soğuk günler dışında çoğunlukla yürüyerek giderdim okula. Lakin o zaman mümkün olduğu kadar uzağından geçmeye çalışırdık, pek tekinsizdi zira, özellikle de sabahın erken, gecenin geç saatlerinde. Malum pardösülü sapıklardan bulunurdu burada ve ödümüz kopardı birine denk geleceğiz diye 😀 Neyse ki ıslah edildi ve şehrin merkezinde gerçek bir vaha oldu. Şimdilerde çevre halkının ve TED Üniversitesi öğrencilerinin boş zamanlarında kendilerini attıkları bir mekana dönüştü.  O yıllarda İncesu Deresi de açıktan akardı, iki yanında da odun, kömür satılan mahrukat depoları olurdu. Bir süre sonra yeraltına alındı, Ankara'nın asfalt altında akan derelerinden biri oldu o da.

Geçen hafta vazifeşinas bir babaanne olarak Umut'a Ankara'yı tanıtma faaliyetlerinden birini gerçekleştirdim. Yeni nesil yürümekten hoşlanmıyor, bizim gibi otobüs ve dolmuşla büyümedikleri için de favori araçları taksi. Baştan kuralı koydu, "Taksiye binelim, dolmuş sevmiyom". Taksi olmaz deyince "Otobüse bari binelim" dedi. Bindik, önce iyiydik, yol uzayınca biraz sıkılmıştık ki Gençlik Parkı durağına ulaştık. Bizimki su hastası ama gel gör ki parkın havuzu boştu. Ankara'daki kuraklık nedeniyle havuzların doldurulmadığına dair bir tabela konmuş, izah ettik. Ayrıca çok sıcaktı ve güneş de tepemizde olunca hoşlanacağı başka bir yere, trenleri görmesi için Ankara Garı'na gitmeye karar verdik. Yola itiraz etmesin diye de yürümenin kas yaptığını, kolların, bacakların kalınlaşıp gelişeceğini söyledim. Yer mi şimdiki bebeler, benim bacağa dokunup "Sen çok yürüdün galiba" dedi. Sustum 😂

Fazla vukuat çıkmadan Gar'a geldik, kahvelerimizi ve limonatamızı alıp eski Gar Lokantası'nın yerine açılan cafeye oturduk. Bekliyoruz ki tren gelsin, amma velakin YHT Garı'ndan gelip geçen banliyo trenlerinden başka görünmüyor, onu da Umut beğenmiyor. Tam mızıldayacaktı ki Doğu Ekspresi göründü, bizimkinde bir sevinç:

Hep böyle bir tren görmek istermiş meğer, hayalleri gerçek oldu 😃 Acele kalktık cafeden, tren boyunca koşturduk, mübarek de tren değil sıradağ, git git bitmiyor, neyse sonunda lokomotife ulaştık. Üstelik makinist bizimkine bir de selam çaktı ki değmeyin keyfine, el sallaşıp treni incelemeye koyulduk, o arada kondüktörden de bir selam alınca iyice keyiflendi bizimki, o mutlu, biz mutlu ayrıldık Gar'dan. 

Niyetimiz Ulus'a gidip dondurma almak, oradan da eve giden dolmuşa binmekti ama sıcakta çocuk yokuş tırmanmasın diye Gar önüne park etmiş bir taksiye yanaştım ve gideceğimiz yeri söyledim, kızdı direksiyondaki suratsız şoför. "Aha şurası, yürüyüverin" dedi. Hoş geldin İstanbul taksicisi, üzüm üzüme baka baka kararır zaten. Dedim çocuk yürüyemez o yolu, hem indi bindi belli bir para almıyor musunuz siz? Kerhen razı oldu, bindik ama yüzünden düşen bin parça, neymiş trafik yoğunmuş, girdi mi çıkamazmış oradan. Yahu senin işin bu, öğretmenlik yıllarımda ben tembel öğrenci istemem, çalışkanları verin demek gibi bir lüksüm var mıydı benim? Sen de paranı alınca müşteri nereye derse götürürsün. O dışından, ben içimden söylenerek vardık Ulus'a. Dondurmayı aldık, dolmuşa yönelmiştik ki Umut Efendi "Gelmişken biraz gezelim" dedi. "Emrin olur" dedik haliyle, o da ilk gördüğü elektronikçi dükkanına daldı, sahibinden izin istedik, verdi. Bizimki ilgisini çeken bir panoyu incelemeye başladı. Ben de kapıdaki şu ilanı görüp çok şaşırdım, mutlu oldum ve takdir ettim:


Günü Anafartalar Çarşısı'ndaki seramiklerden Füreya Koral'a ait olanıyla kapattık:



Haftanız güzel gelsin sevgili takipçilerim...



4 Ağustos 2025 Pazartesi

AKLIMA VE DE GÖNLÜME TAKILANLAR / 4 AĞUSTOS

Yazın sonuna geldik, hastane ziyaretleri dışında seyahatimiz olmadı. Çok pis nazarlara geldik değerli kârilerim, boncuk gönderme, kurşun dökme, nazar duası okuma (benim gibi 7 uyurları sıralamayın sakın) gibi eylemlerinize talibim 😂 Canım fena halde ortam değiştirme çekiyor ama bulunduğum ortam da beni çekiyor, bir yerlere kımıldayamıyorum, adeta yapıştım. Ya kısmet diyelim çıkmadık yazda umut vardır, bakarsın falımda üç vakte (ay ve yıl olmasın lütfen) kadar bir yol görünür. 

Dün Nesrin Sipahi'nin yaşam öyküsünü konu alan bir kitap bitirdim. "Sahnelerin, Radyoların, Plakların Hanımefendisi" alt başlığıyla sanatçı anlatmış, Murat Beşer kaleme almış. Kitap bittiğinde Nesrin Sipahi'den ziyade Türkiye'deki gazino hayatı hakkında bilgi sahibi olmuştum. Sanatçı çok ketum, zaten anladığım kadarıyla eşinin gölgesinde, sansasyona kapalı bir hayat yaşamış. Tüm angajmanlarını eşi halletmiş, o radyoda, sahnede, konserlerde mesleğini, evinde de ev kadınlığını icra etmiş. Kısacası beklentiniz magazinel ise o açıdan beklediğinizi bulamayacaksınız. Annelerimizinkine benzer bir ev hayatı ve ek olarak çok yorucu bir sahne çalışması. 3 ay her akşam, haftada iki defa da gündüz sahnede şarkı söylemeye ne ses dayanır, ne bünye ama becermiş gerçekten, takdir edilesi bir hayat ve 94 yaşında hala dimdik. Çok yaşasın, Türk kadın ses sanatçıları içinde billur gibi sesiyle en sevdiklerim arasında ilk sırada gelir, hele "Ankara Rüzgârı"nı ne güzel söyler:

Ankara Rüzgârı

Şarkıyı aramak için Youtube'a girince çok sevdiğim bir başka şarkı gözüme çarptı yan tarafta, açtım dinledim. Sözleri Karacaoğlan'dan, bestesini Sadi Hoşses'in yaptığı mahur makamındaki şarkı "Sabret Gönül". Mustafa Sağyaşar öyle bir söylemiş ki paylaşmadan edemedim, dinleyin derim:

Sabret Gönül

Şimdi bunu yazınca aklıma anneannemden bir anekdot geldi. Benim anekdotların yüzde 80'i anneannemden zaten. Ben daha ilk ya da ortaokuldaydım, bir seçim zamanı. Mezunu olduğum Kız Lisesi'nde sandığımız. Anneannemin okuması yazması yok, oy vermek istediği partiyi babama güzelce tarif ettirdi, amblemini, sırasını ezberletti babam. Anneannem kabine girdi, çıktı, yazabildiği tek şey olan "Zarife"yi imza olarak yazdı ve yanımıza geldi. "Ne yaptın?" dedi babam, "buldun mu mührü basacağın partiyi?". "Buldum" dedi anneannem, "bastım mührü ama tam çıkacaktım yan tarafta bir de kuzu vardı, pek güzeldi. Kıyamadım, bir de kuzuya bastım". Kuzu dediği o yılların Güven Partisi, amblemi de koç. Hayvansever anneannem hazır kabine girmişken hoşuna gitti diye bir de ona basmış benim hesap. "Ankara Rüzgarı" diye gir, "Sabret Gönül" diye çık, genetik işte 😂 O zaman çalsın sazlar, oynasın kızlar 😂 

Anneannem deyince o da pek meraklıydı gazinolara gidip şarkı, türkü dinlemeye. Hele de "Erol Burçböyük" varsa pek memnun olurdu. Bir yandan dekolte giyinmiş kadın sanatçılara söylenir, bir yandan da gözünü ayırmadan seyreder ve dinlerdi. Ah anneannem be, yanlış yerde, yanlış zamanda doğmuşsun, ne sefa kadını olurmuşsun ortamını bulsaydın. Kitabın sayfalarını çevirdikçe o yıllara geri döndüm. Ne çok gazinolara gidip ne çok sanatçıyı canlı olarak dinlemiştim. O yıllarda memur bütçesiyle bile yapılabiliyormuş bu tür şeyler. Kimi zaman babam eşliğinde, kimi zaman kuzenimle ki üniversite öğrencisiydi, her Ankara'ya gelişinde öğrenci harçlığıyla götürürdü bizi, kimi zaman kadınlar matinelerine arkadaşlarla rahatça gidip en ünlü sanatçıları izlerdik. Kimi zaman şimdi yıkılan Atatürk Spor Salonu'ndaki yardım amaçlı konserlere giderdik. Bazen de Yenimahalle'deki evimizin dibinde olan Güneş Açık Hava Sineması'ndaki konserlere koştururduk, aklımda "Helvacı Helva" diyen "Mavi Işıklar" grubu kalmış. 12 Eylül öncesi katıldığımız son konser ise müthiş coşkulu Cem Karaca konseriydi. Şimdi sahneyi Selda'ya bırakalım:

"Ah o günler o günler
Şimdi yabancı gibiler"

Son olarak, Storytel'de oyunculuğunu çok beğendiğim Bihter Dinçel'in kendi sesinden bir kitabını dinledim: "Uçarak Yok Olmak İsteyen Nergis". Yazarlığını da aynı ölçüde beğendim. Şu sıcak yaz günlerinde içinizi de ısıtacak bir şey dinlemek isterseniz önerimdir. Kalın sağlıcakla...

2 Ağustos 2025 Cumartesi

BABAM İÇİN / 2 AĞUSTOS

Bugün günlerden BABAM! Dört yıl önce bugün sabaha karşı, sessiz ve sakin, çekmeden, çektirmeden, kimseye yük olmadan, hatta ölüme yürüdüğünün farkına bile varmadan, sanırım ölümün en ideal şekliyle terk etti bu dünyayı. Çok sevilirdi ve çok severdi, binlerce güzel anı bıraktı kucağımıza, huzurla uyusun. Annemle nişan fotoğrafı ve onunla çekilmiş en sevdiğim fotoğrafla anayım bir kez de:



Ölümünün ardından bir yazı paylaşmıştım, bir paragrafını buraya alayım, tamamını okumak isterseniz link burada :

"Seni en çok sevdiğim, hayatımın belki de en güzel bir yılını geçirdiğim Cengiz Sokak 69 numara var sonra. Bana cangıl gibi gelen, aslında küçücük bahçeye açılan, nohut oda, bakla sofa o ev. Kış geceleri, sobanın yanındaki masada, ben senin getirdiğin "Zevzek Guguklu Saat"i okurken sen Roma Hukuku çalışırdın yüksek sesle. "Corpus, Juris, Civilis"i üçüz kardeş sanırdım. Yaz akşamları annem yemeği ısıtmak için pompalı gazocağı ıle cebelleşirken bir sigara tüttürürdün bahçede. Dalgalı saçları alnına düşen, incecik ve gencecik bir adam. Pazar sabahları bahçede kahvaltı ederdik, içerdeki radyodan Zehra Eren'in sesinden tangolar yükselirdi. Radyo da radyo olsa, tepesine vurmadan çalışmayan simsiyah bir alamet. Ayışığı bahçeyi aydınlatırken yavaştan söylediğin en sevdiğin şarkıydı BABA. "Kız sen ne güzelsin, sana gençler tapacaklar"


Tüm giden ana-babalara rahmet diliyorum...

Dün akşam uzun zaman sonra tiyatroya gittik. Bileti çok önceden almıştım, Oran Açık Hava Sahnesi'nde idi oyun, "Bulaşıkçılar":


Kadro güzel, konu iyi, gündelik streslerden bir nebze uzaklaşırız düşüncesiyle gittik. Bu sahneye ilk gidişim, haliyle koltuk yerleşimini bilmiyorum, ilk sıradan almıştım ama yan tarafa meyletmişim. Dekoru pek iyi göremedik, yandan yandan izledik. Ses düzeni iyiydi, oyun, oyuncular-bilhassa Şebnem Sönmez ve Özge Özpirinççi-başarılıydı ama ne oldu? Günlerdir bizi buram buram terleten o boğucu sıcak şakır şakır yağmura dönüşüp üstümüze hücum etti. İlk perdenin ortasında başladı, bereket tedbirli idik, hırkalar, şallar, şemsiye eşliğinde bir miktar ıslanarak da olsa izledik. Bir kısım gitmek için ayaklandı, muhtemelen yağmur nedeniyle ara verildi. İnsanlar şeffaf yağmurluklara bürünmüş olarak geri geldiler. Derken yağmur durdu, yanımızdan kalkanların yerine yeni bir çift geldi ve oturur oturmaz sigara yaktı erkek olanı. Ankara'nın yeni nesli tiyatro izleme adabına aşina değil anladığım kadarıyla. Tamam açık hava ama izlenen şey de tiyatro. Yeni bir adet olarak bir de patlamış mısır ve meşrubat var. Yaşı ilerlemiş tiyatrosever bir teyze olarak kınadım kendilerini, tabii içimden 😂

Yağmur durdu, nemli nemli izleyip dururken tekrar gürlemesin mi, bereket bitime yakındı, oyunculardan özür dileyerek selama kalmadan attık kendimizi önce dışarı, sonra müşteri bekleyen dolmuşa, ulaştık evimize. Bu da böyle bir tiyatro macerası oldu. Ayın 21'inde "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü izleyeceğiz aynı sahnede, umarım yine yağmur yağmaz.

Hafta sonunuz güzel olsun...


30 Temmuz 2025 Çarşamba

SICAK / 30 TEMMUZ

Bu aralar iki lafın biri çok sıcak. Ankara Antalya'yı tahtından indirmek ister gibi ısındıkça ısınıyor. Gece öyle bunaldım ki uykuda gezer gibi kalkıp Umut'un deyimiyle "Eski dedenin odası"na ya da yıllar evvelki gençlik odama geçtim. Batıya bakan açık pencerenin serinletmediği odadan kuzeye açılan balkon kapısının esintisine sığındım. Bu eve taşındığımız günden evlenip evden ayrıldığım zamana kadar mekanım olan odanın kış boyu evin her yeri sıcacıkken beni niye üşüttüğüne bir türlü akıl erdiremezdim. Gerçi ev sobalıydı o zamanlar, salonda yanardı soba, annemlerin odasını ısıtırken benimki niye Kuzey Kutbu idi, kimse de açıklama getirmezdi. Sebebi benzetmede gizliymiş, çünkü kuzeye bakıyordu. Oldum olası yönlere kafam basmaz, isimlerini gayet iyi bilirim, zira ilkokulda iken Firdevs Öğretmenim'in anlatması yetmez, durur durur tahtaya da oklarla çizerdi. Hangi yönden hangi rüzgar eser onu da bilirdim de, yönleri göster desen gösteremezdim, hala da öyle. Ne zamanki Antalya'ya taşındım, sağ olsun deniz sayesinde güneyi öğrendim. Oradan hareketle diğerlerini kısa bir süre düşündükten sonra çıkarabiliyorum ama kerteriz yoksa yine nanay, hayatta bulamam, izcilik, oryantiring sıfır bende. Bazen bilmediğim bir yere giderken Navigasyon'u açıyorum, "Batıya doğru 100 metre ilerle" diyor mesela, "Batı neresi kadın?" diye telefona çemkiriyorum. 

Neyse yönleri de bilmeyivereyim değil mi? Şimdi diyeceksiniz ki sen Antalya'dan geldin, nedir bu sıcaktan şikayet. İyi de ben Antalya'dan sıcak diye kaçtım, evimin suyu mu çıktıydı, buranın da kavuracağını bilsem kırar dizimi otururdum kendi mekanımda. Şehre ilk geldiğimiz yıllarda farklı bir evde oturuyorduk, 3 ay ev aradıktan sonra zor bela bulduğumuz arka cepheye bakan bir daireydi. Yön fakiri olduğumdan Kocam Bey aydınlatmıştı, güneydoğu imiş evin yönü, yanisi Antalya için yaz-kış en ideal cephe. Ev kiralarken cephenin ne kadar önemli olduğunu Antalya'da deneyip görmüştüm. Pek güneş almazdı ev, birinci kat olduğundan diğer binaların da gölgesinde kalırdı, yaz günleri için isabetti haliyle ama işte memleket Antalya, yaz geldi mi Cehennem. Annemler gelirdi yazları, babamın kapıdan girerken ilk lafı "Beni bir havluyla tanıştır" olurdu. Zira terini silmeye mendil yetmezdi. Şimdilerde aktardığı genetiğiyle benim teri silmeyi havlu da değil ancak çarşaf paklar 😂 Babam bizimle kaldığı sürece balkonda yatardı, kocaman bir balkonumuz vardı, bir somya atardık, orada sabahlardı. Zaten Antalya halkının çoğunun yatak odası yazları balkonlara taşınırdı. Çok sonraları şimdiki evimize taşındığımızda karşımızda apartmanlardan birinde yaşlı ve çok şişman bir çift otururdu. Amca Nisan geldi mi yatağını balkona serer ve sabaha kadar tüm mahalleyi uykusundan edecek kadar yüksek sesle horlardı. Sonunda bir gece yarısı tüm mahalle dışardan gelen bağırış çığırışla balkonlara çıktık. Meğer üst katımızdaki komşu amcanın horultusundan öyle bezmiş ki av tüfeğini kapıp balkona koşmuş, adamcağızı vurmaya kalkmış. Duyduğumuz gürültü tüfeği kocasının elinden almaya çalışan kadının çığlıklarıymış. Sonunda komşu ikna olup tüfeği bırakarak içeri girdi ama amca horlamaya devam ediyordu. 

Sadece yatılmazdı eskiden Antalya balkonlarında, TV'ler balkona alınır, gece yarılarına kadar tüm mahalleye izletilirdi adeta. Ayrıca okey de pek revaçtaydı, kaç kez uykumdan masaya vurulan taşların sesiyle uyanmışımdır. Şimdilerde kentsel dönüşümle o kocaman balkonlara elveda denmekte. Karşımıza yeni dikilen heyulada her dairenin tek bir balkonu var ve en büyüğü 2x1 ebatlarında, hatta daha küçük. Kentsel dönüşümle bu kadar sıcak bir şehrin balkon sefalarına da ket vuruldu.

Bu sabah ter içinde uyanınca madem terledim bari temizlik yapayım dedim. Günlerdir tembellik içinde yan gelip yatıyordum. Açtım Storytel'de "Nar Ağacı"nı, banyodan başladım. Her yeri temizledim, mutfağa geçtim, sebzeleri doğrayıp fırçayla yağladım ve fırına verdim, tüm dağınıklıkları toparladım, yerleri sildim. Sonra sıra elektrik süpürgesine geldi, odaları elden geçirdim, tozları aldım. Yazlık, uyduruk kitaplığımı düzenledim. Tekrar mutfağa geçtim, bamya ve fasulye yıkayıp kurumaya bıraktım, kızaran sebzeleri çıkardım ve kendimi duşa attım, az daha dursam bayılacaktım. Mubi'de film aradım, kafama yatan bir şey bulamadım, Netflix'de "Siyah Güneş" diye bir diziye takıldım. İki bölüm izlerken bamyayı ve fasulyeyi ayıkladım. Dizi keyif vermedi vazgeçip ayıkladıklarımı pişirmek için mutfağa buyurdum yine. Bamya, taze fasulye, pilav pişirdim, yeşil mercimek haşladım ve bir hafta boyunca temizlik yapmamaya, yemek pişirmemeye ve hatta yerimden kalkmamaya karar verdim. Gelsin Storytel, gitsin kitaplar, bu dünyaya iş yapmaya mı geldik yahu!




29 Temmuz 2025 Salı

TEMMUZ BİTERKEN / 29 TEMMUZ

Öyle sıcak ki, yaşım kadar Ankaralıyım, böylesini çok az gördüm. Yıkayıp balkona astığım çamaşırları 15 dakika sonra takır takır kurumuş olarak topladım. Fırın ağzı gibi, kupkuru bir alev karşılıyor balkona çıktığında insanı. Diyeceksiniz ki Antalya'dan alışkın değil misin, Antalya'nın nemi yok burada en azından, orası daha da tahammül edilmez, lakin Ankara'nın bu huyuna çok ender rastladığımız için perişan etti cümlemizi. Sıcakla sarmalanıp TV'de yanan yerleri izliyoruz içimiz yana yana. Bu yazı yangın ve sıcakla hatırlayacağız. 

Sokağa çıkmak mümkün değil; kitap, telefon, yelpaze, saç tokası ve tablet eşliğinde odadan odaya taşınıyorum. Ev batıya bakıyor ve öğleden sonra tahammül ötesi oluyor. "Minik" bitti, balmumu heykellerin yaratıcısı Madam Tussaud'un ilginç yaşam öyküsünü okumak-biraz da bunalarak-oldukça uzun sürdü. Fransa'nın en kanlı günlerinde, Bastille, Fransız İhtilali, giyotinle kafaları kesilenler, bugün kahraman ilan edilip yarın tu kaka olanlar, hepsi bir şekilde sızdılar kitabın içine. "Minik" ya da asıl adıyla Marie, ustası ve efendisi Dr. Curtius'dan kalıp çıkarmayı, balmumu başlar ve heykeller yapmayı öğrenir, bir ara Versay Sarayı'na kabul edilip Prenses Elizabeth'in hizmetçiliğini yapar. Fransa'dan İngiltere'ye göçtükten sonra evlenip "Tussaud" soyadını alır ve balmumu heykel müzesini açar. Elbette ki içine kurgunun da karıştığı bu yaşam öyküsü okumaya değecek kadar ilginç, bir o kadar da tekinsizdi. Lakin kitabın kalınlığı, harflerin boyutunun küçüklüğü ve sıcak elimde epey sürünmesine sebep oldu, hatta araya "Rüzgarı Beklerken" isimli bir başka kitap bile aldım. Anna Pazos'un kendi hayatından esinlenerek dört bölüm halinde yazdığı anlatıyı keyifle okudum. Şu an elimde Ayşe Övür'ün "Markiz'deki Kadın"ı var. "Botter Apartmanı"nı okumuştum yazardan daha önce ve itiraf edeyim bayılmamıştım. Bu kitabı da Markiz hatırına aldım ve sonuç diğerinden pek farklı olmayacak gibi görünüyor. 2006'da çok uzun yıllar sonra İstanbul'a gitmiştim kuzenimin davetiyle. İstanbul daha bu kadar kaotik ve betona kesmiş değildi. En azından Beyoğlu hâlâ büyüleyiciydi. Kendimi Füruzan öykülerinde gibi hissetmiştim başım gökyüzünde, binaların güzelliğine şaşarak dolaşırken. Çok kitap okuyan bir insan İstanbul'u kitaplardan tanıyor önce gidip görmese de. Benim de giderken aklımda onlarca mekan vardı görmem gerektiğini düşündüğüm. Markiz Pastanesi bunlardan biriydi ve ne mutlu ki henüz faaliyetteydi. Kuzenimle girmiştik içeri, mevsimleri temsil eden, ikisi kayıp dört panodan İlkbahar'ın altındaki masaya oturmuş, kahve ve pasta istemiş, ağzımda yiyip içtiklerimin tadından ziyade gözümde gördüklerimin keyfiyle ayrılmıştım. Sonraki gelişimde Markiz "Yemekçi" olmuş, daha sonrakilerde ise karanlık, kirli bir camekandan ibaret kalmıştı. Güzel mekanların kapanmasına, önceki halinden çok farklı, sıradan bir yere dönüştürülmesine dayanamıyorum, umarım biri el atar da tekrar eski güzelliğine kavuşur. Kitabı alıp okuma sebebimi anlatabildim sanırım:


Mubi'ye yine zam gelmiş, kibarca haber verdiler. Pandemiden bu yana sinemaya gitmeyi unuttuğumuz  ve bilet fiyatları da alıp başını gittiği için Mubi'yle vedalaşamadım haliyle. O yüzden bu ara sürekli orada film izliyorum. Temmuz ayında 2 Japon, 2 Filistin, 1 Litvanya, 1 Şili ve 1 Arjantin yapımı film izledim. Özellikle Japon, Filistin ve Şili yapımı filmleri çok beğendim. 

Storytel'de klasikleri dinliyorum bu ara. "Martin Eden", "Germinal" ve "Yüzbaşının Kızı"ndan sonra biraz ara vereyim dedim ve Nazan Bekiroğlu'nun 19 saatlik "Nar Ağacı"na başladım, ilgiyle dinliyorum. 

Bende durumlar böyle dostlar, ülkenin hali, yangınlar, çözümsüz olaylar ruhumuzu tepetaklak ederken sanata ve edebiyata sığınıyorum. Dilerim Ağustos bir nebze de olsa yüzümüzü güldürür...

25 Temmuz 2025 Cuma

GÜNLER SONRA / 25 TEMMUZ

Neredeyse 15 gündür tek satır yazmamışım şuraya, bir yandan gündelik hayat yükümlülükleri, bir yandan memleketi saran yangınlar, yitirilen gencecik yaşamlar, saçma sapan LGS sonuçları, her gün yeni bir tatsızlığa uyanıp neresinden tutsak elimizde kalan bir hayata mahkum yaşayıp gidiyoruz, ağızda tat, kalpte huzur, ruhta neşe yok. Yazmadan ve okumadan yaşayamayan biriyim ama klavye başına oturup ne yazmalı diye epey düşündüm. Sonra aklıma ocağa haşlanması için koyduğum, nar ekşisiyle salata yapmayı düşündüğüm taze fasulyeler geldi. Uçarak mutfağa gittim, dibi tutmuş. Ayıklama yaptım, yaparken de babamın bir anısı geldi aklıma. Haydi bunca sıkıntının içinde hoşluk olsun anlatayım:

Babam İstanbul'da Sağlık Koleji'ni bitirince Emirdağ'a sağlık memuru olarak tayini çıkmış. Bekar ve çok genç ama yıllardır aileden ayrı yatılı okuduğundan, merak ve yeteneğinden dolayı da elinden gelmeyen iş yok. Oranın yerlilerinden birinin evinde bir oda tutmuş, küçük bir ocak almış, yemeğini kendi pişiriyormuş. Ev sahibi inanmamış bunun mutfak becerisine, o da demiş ki, "Bir gün bana yemeğe gel madem". Ev sahibi kabul etmiş, "Ne pişireyim?" diye sormuş babam, adam zeytinyağlı fasulye istemiş. Babam malzemeleri almış bir hafta sonu, fasulyeyi hazırlamış, ocağa koymuş ve uykuya dalmış. Bir süre sonra yanık kokusuyla gözlerini açmış. Bakmış fasulyelerin bazıları yanmış, bazıları sağlam. Yeniden pişirse vakit yok, adam yemeğe gelecek. Bundan sonrasını babamın show yaparcasına anlatımıyla dinleseniz çok daha hoş olurdu ama kader utansın. Babam fasulyeleri tıbbi pens ile tutup yanan yerlerini yine tıbbi makas ile kırt diye kesip sağlam kalanları tencereye atarak bir taşım daha pişirmiş ve ev sahibine ikram etmiş. "Adam parmaklarını yedi" derdi ama ben anlatılanın yalancısıyım, tadına bakmam mümkün değildi haliyle. Ama babamın kızı olduğumu tıbbi pens ve makas kullanmadan ayıklama yaparak belli ettim 😃

Birkaç gün çocukların iş yoğunluğu nedeniyle Umut'la ilgilenmek için onların evinde konuk olduk. Umut'la çoğunlukla eğlenceli, kimi zaman da atışmalı günler geçirdik. Bir gün çok hevesle Kuğulu Park'a gittik ama İstanbulluların Kuğulu Park'ı merak edip (Aşk Tesadüfleri Sever filminin sonucu) gittiklerinde "Bu muymuş Kuğulu Park, küçücükmüş dedikleri gibi Umut da aynı tepkiyi verdi: "Burası çok küçük". Halbuki geçen yıl da gitmişti ama kendisi de küçük olduğu için parkın küçüklüğünü fark etmemişti sanırım. Yeni doğan yavru kuğumuz Parla bile ilgisini çekmedi:


Biz de parktaki balıkları ve güvercinleri yemledik, bol bol dondurma yedik, lavantalara konup kalkan arıları izledik, kurabiye pişirdik ve haliyle Lego oynadık:





Şimdi evdeyim, ruhumu avutmak için yine kitaplara sığındam. "Rüzgarı Beklerken" isimli çok hoş bir kitap okudum, Medusa Yayınları bana iyi geliyor. Elimde ise Madame Toussau'nun hayatını anlatan "Minik" isimli bir kitap var. Bazı bazı gerse de ilginç bir yaşam öyküsü. 1700'lü yılların Paris'i tuhaf bir yer. Storytel'de klasikleri dinlemeye devam, "Germinal"den sonra "Yüzbaşı'nın Kızı" da bitti. Mubi'de "Huda's Salon" isimli, gerçek bir olaya dayanan, gerilimli bir Filistin filmi izledim. Bende durumlar böyle, sizler neler yapıyorsunuz?




12 Temmuz 2025 Cumartesi

HAFTA SONU / 12 TEMMUZ

Bu sabah uzun zamandır ilk kez dozer ve beton delici sesi olmadan uyandım, ne mutluluk. Caddenin öte yanında yıkılan yurdun arsasını alan müteahhidin muhtemelen arzın derinliklerine uzanmak gibi bir niyeti var ki günlerdir kaza kaza bitiremediler. Ne sabahın erkeni diyorlar, ne gecenin yarısı, ne pazar, ne cumartesi tak tak tak, har har har, güm güm güm. Gürültü bir yandan, toz bir yandan bezdik ki hem de nasıl. Antalya'daki makus talih burada da yakamı bırakmadı. 

Dozer gürültüsüz sabahın güzel günaydını ise eve sanal sipariş ile yarı ölü giren sardunyadan geldi:


Her sabah saçlarını okşayıp kokladığım fesleğenin yanında pespembe açıvermişti. Çiçek bile kendini seveni, ilgi göstereni biliyor da insan soyunun bir kısmında bu özellik yok ne yazık. Fesleğen de sardunyayı kıskandı mı nedir, o da açıvermiş iki minik, beyaz çiçek ama bu iyiye alamet değil. Fesleğen insanların tersine ömrünün sonuna doğru çiçek açıyor. Bizimki alttan sararmaya başlayan yaprakları ve beyaz çiçekleriyle "Bir süre sonra bana müsaade" demek istiyor galiba 😊

Balkonda Kocam Bey'in her yaz oluşturduğu bahçe kimi zaman emeklere cevap veriyor, kimi zaman da nanik yapıyor. Bu sene çeri domates diye aldığı fideler bildiğimiz domates çıktı. Geçen yıl da fidecinin sivri biber diye verdikleri dolma biber çıkmış, üstelik tek bir ürün dışında cimrilik yapmıştı. Bu yıl ne olacak bakalım. Şimdilik aşağıdakilerden üç adet var, büyüyüp salataya girer mi, yoksa yarı yolda su koyuverir mi yaşayıp göreceğiz.


Balkon bahçemiz şöyle:


En arkada, mavi kovanın içindekiler semizotu, bahçenin en verimli, en dertsiz ürünü, çayır gibi büyüyorlar. Altta solda, fotoğrafta görünmeyen bir leğen dolusu roka var, onlar da sıkıntısız, haftada bir biçip yeni ürün almak mümkün. Diğerleri domates, birkaç tanesinin üstünde uzun zamandır çiçek var ama bir türlü meyveye dönmedi, uzayıp gidiyor. Anneannemin bir begonyası vardı, hani şu yaprakları puanlı olup salkım salkım açanlardan. O kadar uzamıştı ki neredeyse tavana değecekti, babam "Kantorlu Kavak" adını takmıştı. Karagöz oyununun Kanlı Kavak isimli olanından duymuştu sanırım. İşte bunlar da her bakışta babamı hatırlatıyorlar, bakıp bakıp "Kantorlu kavaklar" diyorum, "yeter uzadığınız, meyve verin". 

Balkonun fotoğrafta görünmeyen bölümünde 5 saksı çilek var, Umut Bey onuruna alındı. Onların da sadece iki saksısı ürün verdi, diğerleri yaprak büyütüyor. Domateslerin meyveye duranları da o kısımda, umarım büyür, kızarırlar. Olmazsa da yeşillik işte, her şeye rağmen insanın içi açılıyor. "İnsan gözü ot oburdur" demiş çok bilmiş atalarımız, "yeşil görmezse doymaz". Bazıları yeşilden kastedileni dolar yeşili olarak algılıyor olsa da...

Sıcağından kaçtığımız Antalya bizi cezalandırmak için arkamızdan yolladı poyrazını. Ankara uzun yıllardır deneyimlemediğimiz kadar sıcak. Mecbur kalmadıkça sokağa çıkılmayacak kadar bunaltıcı bir hava var. Kendime minik, şarjlı bir vantilatör aldım, içinde sürekli açık kalan bir musluk olan boyun bölgeme tutuyorum terini kurutmak için.

Noktalı virgül koyduğumuz hastane işlerine sonunda noktayı koyduk. Şükür diyelim ve mümkünse bizi uzun süre rahat bırakmasını dileyelim. 

Son blog yazısından bu yana 2 kitap bitirip üçüncüye başladım. ilki çok sevdiğim Roy Jacobsen'in son yayınlanan kitabı "Sınırlar" idi, tamam Roy biraderimiz her zamanki gibi çok detaylı, çok yetkin bir iş çıkarmış ama her yetkin işi sevmek zorunda da değiliz yanı. Dört bir yanımız ateş altındayken bir de kitapta savaş okumak ruhumu yordu, ıkına sıkına bitirdim ve dedim ki "Roy kardeş, başkası yazsa ben bu kitabı fırlatır atardım, bu kadar savaş detayı niye. Senin hatrına bitirdim de Nasreddin Hoca hesabı "ay kuyudan çıktı ama....." gerisi hamfendü kişiliğime yakışmaz yazmayayım"

Bunca cephe gezdikten sonra beni Neşe Karaböcek paklar dedim ve içimde biriken tortuları temizlemek adına sanatçımızın kendi kaleminden yaşam öyküsünü okudum. Tanısam insan olarak severdim belki ama şarkıcı olarak yakınlık duyduğum, dinlediğim biri değildi, kaldı ki gençlik yıllarımın tutulan, popüler seslerinden biriydi. Klasik Türk Müziği'ni çok sevdiğim için şarkıların dejenere edilmesine dayanamıyorum. İspanyol tarzı söylediğini belirtiyor kitabında, sevenleri için hoş da olabilir ama ben klasik haliyle Türk tarzı dinlemeyi tercih ederim. Yaşam öyküsü o yılların gazino dünyasını ve 3,5 yaşında başladığı sanat hayatını anlattığı için ilginç geldi. Zaten iki günde okuyup bitirdim. Şimdi çok hoş bir kitap okuyorum. Velibor Çoliç'in "Hıdırellez"ini. Çingenelerin eğlenceli, masalsı, müzikle dolu kendine özgü yaşamları keyif veriyor. Storytel'de ise yine ihmal ettiğim bir klasiği, Emile Zola'nın "Germinal"ini dinliyorum. Yönetmen Sinji Somei'nun Mubi'de yayınlanan iki filmini "Yaz Bahçesinde Dostluk" ve "Ayrılma"yı izledim, çok beğendim. Arjantin yapımı bir film olan "Azor" ve İspanyol yapımı "Perşembeden Pazara" geçen hafta izlediklerim arasında idi, Azor'u değil ama diğerini çok sevdim.

Bu haftayı da dozer gürültüsü, hastane telaşesi, sıcak, ülke gündemi, kitaplar ve filmlerle kapattık, yeni gelen hafta daha güzel olsun, öncekini aratmasın...