.

.
.

19 Kasım 2025 Çarşamba

GÜNDEN KALANLAR

Bütün günü tembellik yaparak geçirdim. Neredeyse fil kulağı boyutunda pembe ya da adına uygun sıklamen rengi çiçekler açan sıklamenimle (pıtırcık, tavşan kulağı) bakışıp oturuyoruz. Dün yapmayı en sevmediğim işlerden birini gerçekleştirince bugün kendime tembellik izni verdim. Nedir o diyeceksiniz, eminim pek çoğunuz da benimle aynı fikirdedir, yorgana nevresim geçirmek. Antalya gündüzleri pastırmaları kurutmaya devam etse de gece hafiften üşütmeye başlayınca Mayıs'tan bu yana yaz uykusuna yatmış yorganlara kalk borusu çaldım. Kullandığım iki yorgan da mitil benim, yani üzerinde sateni yok. Neden derseniz birini komşumuz, birini de sonraları annem dikti, yün ikisi de. Nikah tarihi belli olup da annem telaşlara düşünce teklif komşudan gelmişti. Elbette başka yorganlar da vardı ama yün yorganın sıcaklığı ve rahatlığından vaz geçip de hiçbirini kullanmadım, hatta eskisi gibi yatılı misafirim olmayıp, evdeki kişi sayısı da azalınca bir kısmını eşe-dosta dağıttım. 

Yorganlar gözlerini ovuşturarak giyinmek üzere yerlerini alınca nevresimlerini geçirmek de bana kaldı. Halbuki yanımda temizliğe yardıma gelen Filizciğim olsa beş dakikada hallederdi bu işi. Hep takılırım ona, sen ya uzun dönem askerlik yaptın ya da yıllarca otellerde kat görevlisi olarak çalıştın diye. Öyle nizami yatak yapar, öyle seri nevresim geçirir inanamazsınız. Haliyle kendisi yanımda olmayınca nevresimlerle meydan savaşı, lastikli çarşaflarla da karakucak güreşi yaptım. Her iki bileğimdeki carpal tunnel sendromdan muzdarip sinirler çığlıklar atarken, belim çığlığa gerek görmeden su koydu. Yatak denilen şey ne ağır bir nesne imiş, canıma okudu. Kendime bugün tembellik izni vermem de bel ve bilek dinlendirmesi yapmak amaçlı zaten. Nohut üstünde bir premsesim ben öyle antin kuntin işlere gelemiyorum artık 😂

Çamaşırları yıkayıp yemekleri de ocağa koyduktan sonra kendime önce film, sonra kitap ikramı yaptım. Film "Revoir Paris" isimli bir Fransız filmi idi, başrolde de çok sevdiğim bir oyuncu, Virginie Efire vardı. Paris'te bir restorana yapılan terör saldırısından sağ kurtulsa da travmatik etkilerini üzerinden atmaya çalışan bir kadının hikayesini anlatıyordu film, ben sevdim. Sonra da Ayfer Tunç'un son kitabını "Annemin Uyurgezer Geceleri"ni okuyup bitirdim. Rahat akan bir kitap, bazı gereksiz uzatmalar olsa da severek okudum, özlemişim kalemini. Ayfer Tunç ile tanışmam ilk kitabı "Kapak Kızı" ile olmuştu. Antalya'ya yeni taşınmıştım, okul yolu üstünde, şimdilerde çoktan kapanmış küçük bir kitabevi vardı. Dünya Kitabevi idi yanlış hatırlamıyorsan ismi. Gidiş-dönüş denk geldikçe uğrar, rastgele bir kitap seçerdim. O yıllarda Simavi Yayınları vardı, hemen hemen okuduğum tüm kitapları kaliteli kitaplardı. İsmail Kadere'yi, John Kennedy Toole'yi, Anar'ı, Nadine Gordimer'i ve Ayfer Tunç'u Simavi Yayınları tanıttı bana. Şimdi baktım hepsi kitaplığımda hala, sadece Kapak Kızı yok, nereye gitti ki? Kitabın kapağı bana biraz best seller kapakları gibi gelmiş, elimi uzatıp geri çekmiş, sonra almaya karar vermiştim ve eve dönünce de bir solukta okumuştum. Hatta yazarla "Kapak Kızı" ve "Bir Maniniz Yoksa" üstüne internette yazışmalarımız olmuştu, şu aşağıdaki fotoğraf da "Bir Maniniz Yoksa"nın imza gününden. Şimdilerde cafelerden geçilmeyen Konur Sokak'taki "Bilim ve Sanat Kitabevi"ndeydi imza. Artık öyle bir kitabevi yok ne yazık. Bir sebeple Ankara'daydım ve denk geldiğim için çok mutlu olmuştum:

Hem Ayfer Tunç, hem Leylak Dalı oldukça farklı değil mi 😃 Yıl 2000 falan olabilir, emin değilim. 

"Kuru Kız"ın kuruluğundan (aslında genel kanının aksine bana o kadar da kötü gelmemişti, bir kadın kitabıydı bence ve önemli konulara değinmişti) sonra son kitabı çarçabuk bitirdim, değişik görüşler var kitap hakkında ama ben yazarın kalemini seviyorum. Eski dostuz onun yazınıyla.

Cumartesi günü "Güne Bakan Cam Kırıkları" isimli iki kişilik bir oyun izledim. Kerem Atabeyoğlu ve eşi Almıla Uluer Atabeyoğlu oynamışlardı. Yazarı Memet Baydur'du ve tüm oyunları gibi bu da çok güzeldi ve oyuncular da oynamayıp adeta yaşadılar. Tekrar sanatsal rutinime döndüğüm için keyfim yerinde, bu Cuma da Öğretmenler Günü adına düzenlenen bir konser izleyeceğiz Antalya Senfoni Orkestrası salonunda; Beethoven 9. Senfoni. Sabırsızım.

Gün boyunca ara ara yazdım bu postu, artık bitireyim, kalın sağlıcakla...


13 Kasım 2025 Perşembe

ANIMSAMALAR

 

Antalya Kasım ayında pastırmaları takır takır kurutmaya devam ederken bir yandan da halkına masmavi bir gökyüzü, şahane bulut gösterileri ve kızıl gün batımları sunuyor. Arada nazarlık kabilinden yağan doluları ve çakan şimşekleri saymazsak.

Ben de bu pamuk topakları serpilmiş maviş gökkubbe altında neredeyse altı aydır görüşemediğim arkadaşlarımla hasret giderme faaliyetlerindeyim ki dün epey domestik bir gün geçirdim, yemekli konuklarım vardı. 

Bir önceki akşam başladım niyet ettiğim menüyü hazırlamaya. Storytel'e abone olalı beri bu domestik eylemler eskisi kadar sıkıcı gelmiyor, açıyorum bir kitap, işleri yaparken bana okuyorlar, bir taşla iki kuş. Bu sefer domestiği feminist nötrler diye düşündüm ve Wirginia Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda"sına izinsiz dalış yaptım. Caanım Tilbe Saran seslendiriyordu ve onun kadife sesinden bırak "Kendine Ait Bir Oda" gibi zor bir metin, en sıkıcı meclis tutanakları bile dinlenirdi. Nitekim öyle oldu, yumuşacık okuyuşu, yerinde vurguları, şahane telaffuzu ile yaptığım işin farkına bile varmadım. An geldi zeytinyağlı fasulyeye şeker, an geldi çorbaya krema, an geldi sütlaca tarçın olup aktı cümleler. Zamanında kadri kıymeti bilinmemiş, horlanmış kadın yazarlar bellerine birer önlük bağlayıp yardıma geldiler adeta.

İşimi bitirince menünün de, Wirginia Woolf'un da geri kalanını ertesi güne bırakıp kendime ait oda olmasa da kendime ait çalışma masasına geri döndüm. Bilgisayarda bir şeylerle uğraşırken gözüm Kocam Bey'in dikkatle izlediği TV'ye kaydı. "Dila Hanım" filmi vardı ana akım olmayan kanallardan birinde, önce göz atıyordum, sonra izlemeye niyet ettim, filmin son üçte birlik kısmına denk gelmiştim. Necati Cumalı'nın-ki çok severim-bir öyküsünden uyarlanan filmi baştan sona hiç izlemedim şimdiye kadar. Neden derseniz, çünkü defalarca dinledim. Evliliğimin ilk yılları video çılgınlığının tavan yaptığı dönemlere denk gelir. Yaz tatillerinde Kocam Bey'in ailesinin yaşadığı kasabaya gider, bir süre kalırdık. Aile evi kasaba meydanında, iki asırlık çınarın (ilginçtir kasaba halkı kavak olarak bahsederdi çınarlardan) gölgesinde, iki katlı ahşap bir evdi. Haydi onlar gibi bahsedeyim ben de, o kavaklar özellikle erkek nüfusun gözdesiydi, çünkü geniş bir alana yayılan gölgesi yaz sıcağından korur, kavakların altına kurulmuş kahveler ise bol muhabbet, çay-kahve-gazoz-ayran-limonata, okey-tavla ve hepsinden önemlisi video filmleri sunardı. Kahvelerden biri bize tahsis edilen odanın hemen altındaydı. Karanlık çöküp de video zamanı geldiğinde görüntüsüyle olmasa da sesiyle onlarca Türk filmi dinledim oturduğum ya da yattığım sedirin üstünden. Dila Hanım bunlardan biriydi, Türkan Şoray'ı seslendiren Nevin Akkaya ile Kadir İnanır'ı seslendiren Abdurrahman Palay'ın repliklerini adeta ezberlemiştim. Çünkü kasaba halkı izlemelere doymuyordu ve günaşırı Dila Hanım TV ekranında arz-ı endam ediyordu. Yine tamamına yetişemesem de filmin güzelim müziğiyle Dila Hanım'a bakarak zeybek oynayan Karadağlı Rıza'nın vurulma sahnesine kadar bakıp kaldım ekrana. O sıcak yaz gecelerine, okey şakırtıları eşliğinde yükselen filmin repliklerine, "İki çay çek" seslenişlerine, taa uzaktaki bir bahçeden aynı saatte hiç aksatmadan yükselen baykuşun ötüşüne geri döndüm. Film bitti, Rıza öldü, Dila Hanım gözleri yaşlı gitti, bense dün gibi hatırladığım o günlerle aramda yılların olduğuna şaşarak "En iyisi uyumak" deyip yatmaya yollandım. 

Muazzez Abacı'nın öldüğünü öğrendim dün akşam. TRT sanatçısı olduğu zamanlarda ergenlik yaşlarındaydım. Onun başladığı yıl sonradan ünlü olan pek çok sanatçı kazanmıştı sınavı; Seçil Heper, Samime Sanay, Ela Altın, Bilge Pakalınlar ve artık Türk Sanat Müziği'ni TRT Müzik kanalı dışında pek hatırlayan olmadığından benim de unuttuğum onlarca isim. Billur gibi çağlardı sesleri ama Muazzez Abacı'nın sesi hepsinden farklıydı. Çok sürmedi zaten, gazinolara transfer oldu ve çok ünlendi. Özel hayatındaki çalkantılar bir yana muhteşem sesini inkar edemem. Eskilerde kalmış bir şarkıyla veda edelim, huzurla uyusun...

Her günüm mazide kalmış günlerimden gün arar

10 Kasım 2025 Pazartesi

ANARKEN...

İlkokuldayken en büyük hayalim 23 Nisan'da stadyumda yapılan törenlere okulumla katılabilmekti. Büyük şehirde yaşamanın ve öğretmenimizin bu tür faaliyetlere katılmaya çok da istekli olmamasının etkisiyle bu heves hep kursağımda kaldı. Öğretmenim Firdevs Hanım, Kız Muallim Mektebi mezunu,  Türkçe öğretmeninin Reşat Nuri Güntekin olduğunu gururla söyleyen, küçük yaşta şahit olduğu Balkan Savaşı'nı anılarıyla anlatan, yaşını başını almış (Mezuniyetimiz sonrası yaş haddinden emekli oldu zaten), demode tayyörler  ve uzun paçalı donlar giyen (otururken bazen gözümüze çarpardı :), belki de evde kesilmiş kısa, kırçıl saçları, alçak topuklu mokasenleri ve kalın babaanne çoraplarıyla sokakta görseniz  nasıl bir hazine olduğunu tahmin edemeyeceğiniz bir kadındı. Göstermelik işler yapmaktansa hayatta işimize yarayan bilgiler vermeyi tercih ettiğini yaşım ilerledikçe anlayacaktım. Hatırlıyorum, bir Mart ayıydı, sınıfın kapısı tıklatıldı. İçeriye diğer sınıfların mizamplili sarı saçlı, stiletto ayakkabılı, şık döpiyesli öğretmenlerinden üçü girdi (Bunların çocukları da bizim sınıftaydı, öğretmenimizin eğitimdeki şanı yürümüştü anlaşılan). 23 Nisan geçit töreni için kız öğrenciler seçeceklerini ve ayağa kalkmamızı istediler. Nasıl hevesle fırladığımı tahmin edersiniz. Uzun uzun incelendik ve sonuçta şunu söyleyip sınıftan çıktılar: "Firdevs Hocam, kızların güzel ama boyları kısa". Hiicraan, hiicraan, bana aşkımdan kaaalaaan 😂 Boy devede de var saayın örtmenler, önemli olan iç güzellik diyemedik tabii ki. Küçücük ümit ışığı anında sönmüştü. 

Böyle böyle 5. sınıfa geldik. 10 Kasım yaklaşıyordu, öğretmenimiz Atatürk'ü anlatan şiirler bulmamızı söyledi. O zamanlar öyle bol şair, bol şiir ne arasın, varsa Rakım Çalapala, yoksa "Saat 9'u 5 geçe, Atam Dolmabahçe'de". "Çocuk Haftası" dergisi alıyordum her hafta. Huzurla uyusun babam hiç esirgemedi benden, piyasada ne kadar çocuk dergisi varsa kimine abone etti, kimini her çıkışında bizzat alıp getirdi. Doğan Kardeş, Mavi Kırlangıç, Zıpzıp, Tina vs. "Çocuk Haftası"nın ilk sayfasında her hafta şiirler yayınlanırdı. Orada bulmuştum okula götüreceğim şiiri. Şairi kimdi hatırlamıyorum ama şiir o gün gibi aklımda. Atatürk'ün hayatını anlatan hiç duyulmamış bir şiirdi:

"1881'de Selanik
Islahhane Caddesi'nde küçük bir ev
Bir tarih doğuyordu yeniden
Elleri yumuk yumuk
Gözleri alev alev"

diye başlayıp devam ediyordu. Şu işe bakın ki şiir ve okuyuşum çok beğenildi ve 10 Kasım'da, soğuk nedeniyle içerde yapılacak anma töreninde mikrofondan okumama karar verildi. Aman bende bir heyecan, bir heyecan. Kalbim çarpa çarpa hazırlandım, annem adeti hilafına o gün uzun saçlarımı örmeyip atkuyruğu yaptı. Tören saatine yakın müdür muavini tombul Nevber Hanım, gelip beni aldı. Tepeden aşağı bir süzdü koridora çıkınca, atkyruğu saçlarımı eliyle şöyle bir havalandırdı, müdürün odasına yürüdük. Koridor öğrenci dolu, bir sekinin üstüne çıkartıldım, önümde ayaklı mikrofon, kalbim küt küt. Şiiri okumaya başladığım anda ne heyecan kaldı, ne bir şey. Aşk ile şevk ile okuyup indim sekiden, öğretmenim kucakladı beni. 23 Nisan törenlerine katılamamışsam da bu anı bana yetti, bunca yıl unutmadığıma göre de gerçekten yetmiş. 
 
10 Kasım'da, 9'u 5 geçe çalan sirenler bu yıl mahallemizde duyulmadı, buruldum biraz. Sonra dedim ki, hatıran yeter, siren de neymiş. Aşağıdaki küçük kız o yıl şiiri okuyan kız:
 

 


5 Kasım 2025 Çarşamba

YAZ GİBİ SONBAHAR

Rutine döndüm dönmesine de bu sefer de yapacak iş kalmadı, canım sıkılıyor 😂

Şaka, şaka. Rutinde hayat var, üstelik hava adeta yaz, ev temiz, zeytin telaşesi bitti (bir de tuzlansaydı), diş ağrım hafifledi, okunacak kitaplar sırada, yarın arkadaşlarımı göreceğim, mızmızlanmanın alemi yok, şuraya bir 🧿 bırakayım, zira en çok kendi nazarıma uğruyorum. Aferin dediğim 6 ay sürüyor 😂

Altın portakalı kapattık, darısı seneye, üç yerli film izleyip üçünü de beğenmemiştim, üçü de bir şekilde ödül aldı, zevkimi seveyim 😂Ya bende, ya jüride sorun var. Bana sorarsan jüride, jüriye sorarsan bende, eh herkesin zevki kendine. Artık altın olmayan portakal yiyerek yarışma dışı filmler izleme zamanı. Portakala sığdırdığım 6 filmin ardından iki tane de ev filmi izledim. Biri "Evrensel Dil", Kanada'da yaşayan İranlılardan manzaralar tadında bir yapımdı. İran'da geçen İran filmleri kadar sarmasa da izlenebilirliği var diyeyim. Diğeri ise birkaç yıl önce aldığım ama okuyamayıp yarım bıraktığım, Jorge Amado'nun kitabından uyarlanan "Dona Flor ve İki Kocası" idi. Oysa Amado'yu severim, aslında bütün Latin Amerikalı yazarları severim, "Teresa Batista"yı okumuştum ilk Amado'dan ve çok sevmiştim, ona güvenerek aldım zaten "Dona Flor"u ama olmadı, kitaplıkta boynu bükük bekliyordu, filmini izleyerek gönlünü almış sayılır mıyım? Tüm Latin Amerika'da (Brezilya/Bahia) geçen kitaplar ve filmler gibi büyülü gerçeklikten bu da nasibini almış bir kitap ve film. Filmi izlemek daha eğlenceli oldu diyebilirim. 

Cumartesi günü çok keyifli geçen bir toplantıdaydım. Uzun yıllardır İnstagram'dan tanıştığım Banushka bir imza ve söyleşi için Antalya'ya geldi. Benim de ilk kez gittiğim yeni açılmış bir kitap-cafede (Jiraf Book-Coffee) buluştuk sonunda. Söyleşinin çok sıcak ve samimi ortamının yanında hem Banu, hem de yeni dostlarla tanışmak güne ayrı bir güzellik kattı. Hava da bize öyle bir kıyak yaptı ki adeta yaz günü gibiydi. 

Ankara'dan döneli bugün 11. gün, denizle selamlaşmak ancak dün kısmet oldu. Aslında niyetim Antalya Kültür Yolu Festivali nedeniyle açılan Magritte Sergisi'ni gezmekti ama üşendim. Tüm günü laf olsun torba dolsun işlerle geçirdikten sonra akşam vakti aşka geldim, hem çiçekçiye uğramak, hem de parkta bir yürüyüş yapmak için dışarı çıktım. Çiçekciye uğramaktaki niyetim geleneksel sıklamen temini idi ama dükkandaki tek kalmış saksı, ben yakında elden çıkarım görüntüsü verince vazoya koymak için kasımpatlarında karar kıldım, dönüşte almak üzere ayırttım, sonra parka yürüdüm ve Akdeniz'e merhaba dedim:

 Parkın her mevsim olmazsa olmazı ağaç minelerini de okşamasam hatırları kalırdı:

Park turunu güneş batmaya hazırlanırken bitirdim, biraz daha dursaymışım muhteşem bir günbatımına şahit olacakmışım ama kaçırdım:

Bey Dağları, şükür kavuşturana...

Uykudan önce bir doz polisiye alayım dedim, Yıldız Alatan polisiyelerinin sonuncusunu okuyorum, "Siyahlı Sarışın". Lakin sarmadı, Yıldız Hanım ünlü kaprisinden muzdarip bu kitapta, aşırı kibirli bir görünüm sergiliyor, soğuttu beni kendinden ama seksenli yılların giysi modellerini hatırlamak gülümsetti. Nasıl giymişiz o saçma sapan vatkalı giysileri bilemedim 😂 

Magritte Sergisi aklımda, yemek işini halledebilirsem, bugün gitmek niyetindeyim. Sizin programınızda neler var?




1 Kasım 2025 Cumartesi

RUTİNE DÖNÜŞ

Kendi adıma portakalı soydum, başucuma koydum ve yedim 😂 Onlar iki gün daha devam edeceklermiş, keyifleri bilir, esasen gün sonunda yarışma filmlerinin gösterimi bitecek. Yarın ve öbür gün özel gösterimler var, daha çok belgesel nitelikli. O kadar çok film vardı ki hepsine yetişebilmek mümkün değil, pandemi öncesi festivalin merkezi olan AKM'nin yanısıra hemen yakındaki bir AVM'nin sinema salonları da kullanılırdı. Haliyle bir filmden çıkıp başka binada olsa da diğerine yetişmek mümkün olurdu. Şimdi AKM dışında vasıtayla gidilebilecek bir sinema seçilmiş, bu da insanlara eziyet bir nevi. Ayrıca bu kadar çok film olunca elbette ki tamamını izlemek mümkün değil. Ben zaten bu yıl sırf festival havası alayım diye saati ve mekanı uygun filmler seçtim, haklarında en ufak bir fikrim olmadan, tek bilinçli seçimim Ferhan Şensoy belgeseli idi ve izlediğim 6 film içinde sadece onu beğendim. Olsun, her şeye rağmen özlediğim bir ortamda bulunmak keyifliydi. 

Dün festivalle vedalaşmak için girdim kültür merkezinin kapısından. Bu yıl festivalin logo kelimesi "Kalpten" idi. Erken gitmişim oturdum biraz, festival gazetesini kıraat ediyordum ki önümden iri kıyım bir adam geçti, kafayı kaldırdım, giydiği bol atletin koltuk altlarından görünen memeleriyle S.alih G.üney 😂 Ergenken pek beğenirdim kendisini, sanırım bütün ergen kızlar beğenirdi, iyi ki büyümüşüm 😂 Artık yaş ilerledi, yenileri hiç tanımıyorum. Altı gün boyunca gördüğüm ünlü sayısı altıyı geçmez, jüri ve galaya gelen oyuncuları saymazsak. 

Yerler numarasız ve film başlamadan önce sıraya giriliyor, görevliye biletlerin barkodları okutturuluyor. Salon büyük aslında, yer bulmamak mümkün değil ama niyeyse millette bir telaş. Neyse 15 dakika kala sıraya girdik. Kapı açılsın diye bekliyoruz, yaş ortalaması hayli yüksek ve çoğunluk kadın. Yaşı epey ileri bir kadın yanıma yanaştı ve sıraya kaynak yaptı, yapsın ne olacak, sanki piyasada bulunmayan Sana yağı, tüp, benzin kuyruğundayız (zamanında çok girdik bu kuyruklara). Ama arkamdaki kadın dayanamadı, "Siz sıranıza geçin, yanaşmayın bize" dedi. Öteki aldırmadı, bir kez daha uyardı arkamdaki, yandaki "Ay ben kardeşimin bakıcısı kıza bakıyordum, her zaman burda bekler bizi" tarzında bir şeyler söyledi. Öbürü söylenmeye devam edince kendimi tutamayıp güldüm. Bu sefer oklarını bana çevirdi, "Söylesene sen de, yerine geçsin" dedi, "Siz söylediniz ya yeter" dedim. "Zaten" dedi, "aldırmaya aldırmaya memleketi bu hale getirdiniz". Haydaa, aranan suçlu bulundu, hoşgeldin Çankaya Teyzesi, Antalya hasretinizi çekiyordu. "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" diye bir de şiir oku da tam olsun, alt tarafı sinemada koltuk kapmaca yahu!

Neyse çekişe pekişe girdik içeri, kimse ayakta kalmadı. Filmin adı "Parçalı Yıllar" idi, 1975-1980 arası seks filmleri furyasını konu alıyordu. İyi bilirim o zamanları, sinemaya gidemez olmuştuk. Oyuncu ekibi iyiydi, Yetkin Dikinciler zaten bizim Antalya Devlet Tiyatrosu'nda oyuncuydu kurulduğu yıllarda. Bir de uzun zamandır görmediğimiz Mine Çayıroğlu ile Levent Özdilek vardı. Diğer oyuncuların adını bile duymamıştım itiraf edeyim. Filmin konusu iyi seçilmişti ama o kadar mesaj kaygılı ve didaktik bir havası vardı ki hiç keyif almadım. Böylece bu yılın son festival filminden de hayal kırıklığı ile çıktım. Çıkışta jüri üyeleri arasında olan Sevin Okyay'a rastladım, yormamak için tekerlekli sandalyeyle yaptırıyorlar giriş çıkışlarını, oldukça çökmüş gördüm. Hatırını sorup küçük bir sohbet gerçekleştirdik, zira çok severim kendisini. 

Bir festival sezonunu da eksiğiyle fazlasıyla böylece tamamladık. Dişim ağrımaya devam ediyor, su basması ve cam çatlağı halloldu, sızıntı yapan boru değiştirildi, bulunduğu dolaptakiler yıkanıp yerleştirildi. Kocam Bey bidon bidon yeşil zeytin kurdu, hayat yavaş yavaş rutine dönüyor. Aşağıdaki fotoğraflar "Ferhangi Bir Yaşam" belgeselini izlediğimiz geceden, ilki filmin başlamasını beklerken , ikincisi belgesel sonrası Ferhan Şensoy'un kızları, eşi ve belgeselin yönetmeni ile yapılan sohbetten:

 
 

 Hafta sonunuz güzel geçsin...


29 Ekim 2025 Çarşamba

ANTALYA ANTALYA BULUNMAZ EŞİN :)

Sonunda Antalya...

Diş ağrımın dışında sıkıntısız bir yolculuk sonrası Antalya'ya ulaştık. Ama öncesinde bahçeye uğrayıp bir göz attık. "Bakarsan bağ, bakmazsan dağ" olur atalar sözünün doğruluğunu bir kez daha teyit ettik, diz boyuna ulaşan otlar sayesinde pantolonum boydan boya pıtrak oldu. Ağaçlarda tek bir badem yok, olanı da dolu halletmiş. Neyse ki bahçe girişindeki zeytin hatırımızı kırmayacak kadar ürün vermiş, topladık eriştiğimiz kadarını. Diğer beş zeytin ise henüz yaban mersini boyutunu aşamamış, yağmur yağarsa belki.

Pandemi başından bu yana kendi haline bıraktık bahçeyi, bir yaştan sonra zor oluyor ilgilenmek, sanıldığından ve düşünüldüğünden çok daha yorucu bahçe işleri, benim zaten ne ilgim, ne becerim var bu konuda, Kocam Bey'in sorumluluğundaydı, o da boşladı. Zeytinlerimizi aldık, pıtraklarımızı silkeledik, Antalya'ya yarım saat uzakta, bir yaylada olduğundan sonbaharı başlamış bahçeyi arkada bırakıp Antalya'ya yollandık.


Bizi nefis bir hava karşıladı, soyunduk dökündük, kazakları çıkarıp tişört giydik, pantolonlar yerini şorta bıraktı ve dinlenmeden işe giriştim. Sağolsun yardımcı kadın ben gelmeden evi temizlemiş ama adet olduğu üzere hiçbir ıvır zıvırı aldığı yere bırakmamış. Bu beni temizlikten daha çok yorsa da ağrıyan dişim eşliğinde en azından bir-iki odayı eski haline getirebildim, valizleri açtım. Gelmeden verdiğim online siparişleri dolaplara yerleştirdim. O sırada eviyenin altındaki borunun su kaçırdığını farkettim. Dolapta ne varsa balkona çıkarıp mıntıkayı boşalttım, Kocam Bey'i tamirci bulmaya yolladım ama usta bulmak o kadar kolay olmadığı için ertesi güne kaldı.  Günün sonunda sürünerek yatağa gittim. Ertesi gün öğleden sonraya kadar kaldığım yerden devam ettim, öğleden sonra kaymış olan tipimi biraz düzelttirmek için kuaförün yolunu tuttum. Yan koltukta ben yaşlarda bir kadın da saçını boyatıyordu, abartılı yüksek bir sesle sürekli bir şey anlatmaktaydı. Boyanın bekleme sürecinde çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başlayınca döndü, "Aaa ben de çok kitap okurum ama bu aralar okuyamıyorum" buyurdu. "Olur öyle bazen" dedim, kitaba döndüm ama açıklama ihtiyacındaydı, rahat vermedi. "Yaz başı 4 kitap aldım hala duruyor" dedi. "Dursun, bahtı açılır" diyecektim, dilimi ısırdım. "Elbet bir gün okursunuz" dedim. O hala kitapseverliğini anlatmakta iken bereket kuaför saçını yıkamaya çağırdı da kurtuldum. Tipim biraz düzelince kuaförden çıktım, bir yaz boyunca özlemini çektiğim peynirlerime kavuşmak için peynir marketine, oradan da diş eti yaralarım için eczaneye uğrayıp eve geldim, yemek yaptım ve ağrı kesici alıp yatağa koştum. 

Ve sonunda dün gelmeden biletlerini aldığım Festival'ime kavuştum. Varsın evde kaos hüküm sürsün, ne gam 😄

Hava iki günün aksine naneliydi, gökyüzünde her an yağabiliriz diyen bulutlar toplanmıştı. Kalabalıktı mekan, yerler numarasız olduğu için başlama saatine yakın kapıda sıraya giriyor, barkodlarımızı okutup bulduğumuz yere oturuyorduk. İlk fim "Mad Pills To Pay" isimli bir Amerikan yapımı, diğeri ise çevre sorunlarını konu alan yerli bir yarışma filmiydi: "Aldığımız Nefes". Her ikisine de bayılmadım ama pandemiden bu yana özlemle beklediğim festivalin içinde bulunmaktan keyif aldım.

Diş hekiminde randevum olduğu için oyuncuların söyleşine kalmadan çıktım sinemadan. Hava yağdım yağacağım diyordu, ne otobüs, ne taksi bulabildim, neredeyse koşar adım ulaştım kliniğe. Muyanem yapıldı, sorunlu dişin röntgeni çekildi tekrar. Bu seferki diş hekimi bir çatlaktan şüphelendi ama bir hafta süre tanıdı, yanlış bir şey yapmayalım, belki kendiliğinden geçer ağrı, geçmezse kanal tedavisi uygularız diyerek önümüzdeki hafta için randevu verdi. Sürekli ertelene ertelene dişim ağzıma dökülmeden umarım bir çözüm bulunacaktır, ben hala ağrı çekmekte, yemekleri neredeyse çiğnemeden yutmakta ve ağrı kesici almaktan midemi perişan etmekteyim.

Klinikten çıktım, 50 metre kadar yürüdüm ve kıyamet bundan sonra koptu. Ortalık kapkaranlık oldu, bomba patlar gibi bir gökgürültüsünün ardından şimşekler çakmaya ve akabinde çakıl taşı boyutunda dolu yağmaya başladı. Önce bir saçak altına, sonra yandaki yufkacı dükkanına attım kendimi. Yarım saat kadar esir kaldım orada, bir an ayıp olmasın yufka mı alsam diye düşünüp sonra kendi kibarlığıma güldüm. Derken yağmur hafifledi ama yerler göl. Şemsiyeyi açıp başımı korudum ama dizlerime kadar suya batarak ulaştım eve. 

Macera bitti sanıyorsunuz değil mi? Yeni başlıyor, içeri bir girdim, salonun penceresi tam kapanmamış, haberimiz yok tabii, dil yağsız kalmış çalışmamış. Şiddetli rüzgar ve yağmurla açılan pencereden içeriye sular dolmuş, pencere önünde duran konsoldaki çerçevelerin hepsi yerlerde (bereket kırılmamış), parkeler, perdeler, halı sırılsıklam. Yıkayıp da kurusun diye serdiğim zeytinler suda yüzüyor. Tam bir cinnet hali. Önce üstümdeki ıslaklardan kurtuldum ve yeniden ıslanmak için faaliyete geçtim. İki saat boyunca kuruladık da kuruladık. Pencerenin kolunu onarmaya çalıştık olmadı, tekrar fırtına çıkarsa diye altına bir şeyler sıkıştırıp açılmasını önledik. Halının, zeminin ve perdelerin kuruması için elektrik sobasını çalıştırıp kendimiz de kanepeye serildik. 

Sabah kalkınca ilk iş dünkü ıslak giysileri makineye atmak oldu, ardından Kocam Bey gidip komşu demirciyi çağırdı bir baksın diye. Meğer arızalı değilmiş, yağsız kalmış, ben akşam bebeyağıyla yağlamıştım ama kapanması için zaman gerekiyor haliyle. Usta VD40 püskürtüp tekrar yağladı ve kapandı pencere, bize yapacağını yaptıktan sonra tabii. Şimdi geriye eviye altı boru çatlağı var, onu da evin kalan yüzde 50'si halletsin. Ben birazdan toparlanıp "Noir" filmini izlemek için festival alanına gideceğim, akşam da Ferhan Şensoy Belgeseli'ne biletim var. 

Hepinizi bugün güneşli yüzünü tekrar gösteren Antalya'dan sevgiler...

Not: Film için yola çıkmadan önce fark ettim ki oturma odasının küçük penceresi de dünkü fırtınada açık kalmış ve çarpıp durdukça cam çatlamış. Biz de çatlamadan şu aksilikler biterse mutlu olacağım yarebbicim...




25 Ekim 2025 Cumartesi

GİDİYORUM BÜTÜN AĞRILAR DİŞİMDE...

Yarın sabah yolcuyuz kısmetse, size hayatımın kurtarıcısı, her daim kutsalım at kestanesi ile veda edeyim dedim. Bundan sonra Antalya'dan ses vereceğim:

Bu ara şans yıldızım aksak gidiyor. İki gündür canıma okuyan dişimi dün diş hekimine götürdüm, muayene, röntgen, vs, sonuç dişte ağrı yapacak bir durum yok, birkaç gün önce sert bastığım bir an dişimde şiddetli bir ağrı olmuştu, ona bağladı. Eklemi zedelemişim, ağrı ondan kaynaklıymış, ayrıca fena halde diş sıktığım için botoks önerdi, çünkü dişlik takamıyorum. Neyse ağrı kesici ve kas gevşetici tavsiye etti, reçete yazdı, ayrıldım.

Kliniğin önünden dolmuşa bindim, çalkalana çalkalana giderken bir müşteri aldı, akabinde bir gümbürtü koptu. Dolmuşun şoförü kapıları kapatmayı unutmuş ve durakta duran belediye otobüsünün yanından geçerken çarpmış. Dolmuşun kapısında ufak bir çizik vardı ama otobüsten dökülen parçalar gördük artık ne idiyse, neyse ki kimseye bir şey olmadı. 

İlaçlarımı almak için eczaneye girdim, kalfa kasaya giderken koliye tosladı, az daha düşüyordu. Bende bir negatif enerji vardı galiba dün, annemin deyimiyle "Girdiğin yer harap, çıktığın yer ziyan" durumları yarattım 😂

Bütün bunların üstüne ve aldığım ilaçlara rağmen korkunç bir diş ağrısı yaşadım. Sabahın beşine kadar evin içinde dolaştım, ağzımda ne kadar diş varsa zonkladı, kulağıma, boynuma vurdu, yatmak, uyumak imkansız oldu. Sabah ezanından sonra biraz dalmışım. Kalktığımda ağrı geçmiş gibiydi ama şimdi geliyorum diye sinyal veriyor, gidip ertelediğim ağrı kesiciyi alayım.

Diş ağrısı kaçıran bir ritüel biliyorsanız yardımınıza muhtacım 😂 İyi hafta sonları...